5 Kasım 2019 Salı

SESSİZLİK

Bir kitaba başlarsın ve onu okumak uzunca zaman alır, bazı kitapları okumak çok zaman istiyor bende. İşte böyle bir öykü kitabı elimde; önceleri çok çabuk bitmesin diye yavaş okudum, çünkü yazarın sözleri o kadar samimi ve bana yakındı ki birinin bana bu kadar yakın olma fikrini acelece bitirip tüketmek, o duyguyu sonlandırmak istemedim. sonra, biraz ara verdim ve araya stresli ve kötü günler girdi; kaldığım yerden okumaya devam etmek istedim, belki o sıcaklığı tekrar yakalarım bu sıkışmış ruh halinden az da olsa çıkarım diye. Fakat öyle olmadı..Öyküleri okumaya başladım ve o samimi adam gitmiş çiğ ve sıradan biri yerine gelmişti. biliyorum bu yazarın suçu değil.. Bu bütünüyle benimle alakalı. Bu kadar kısa zaman içinde böyle ani ruh değişimlerine katlanacak bir hal...

- uzunca zamandır tez yazmakla uğraşıyordum ve yazım dilimin ne kadar kötü olduğunun farkındayım. siz ne derseniz deyin ben o delerin ayrı mı bitişik mi yazıldığını çözemiyorum. Size o çok kolay gelen şey benim için ayırt edilemez bir şey. çok zor.
-küçük bir hikaye şantiye stajı yaparken bana (tam ne denir bilmiyorum o işe, staj bi boka yaramamış demek ki) şantiyede kullanılan malzemelerin kaydını tutturdular. ağustos sıcağında Ümraniye'de bu işi yaparken, belki de aman yanlış yapmayayım diye stresten belki neyse çok uzattım, kısa tutayım..
- listede yer alan bazı şeyleri tersten yazmışım, nasıl olduğunu sormayın hiç bir fikrim yok!
-misal 10 torba çimento yerine 10 adet otnemiç yazmışım, bu epey dalga konusu oldu falan,ama biri onun çimento değilde çimentonun tersten yazılan hali olduğunu söyleyene kadar onun farklı bişey olduğunu anlayamıyorum. o nedenle de bana -de ayrı diyenlere kıl oluyorum, zaten hayat oldukça zor ve çok çalışmak lazım, bir de o bokiyen de'nin ayrı mı bitişik mi olduğunu düşünerek 2 dkmı harcayamayacağım. ohhhh rahatladım, dersiniz whatsapp grupları devlet erkanı, askeri görevli falan..

VE ASIL KONUMUZ; kötü yazdığım için çok çok üzgünüm, bana burası benim karalama defterim, o nedenle beni lütfen affedin. zaten iki okuyucusu falan var (siz benim canımsınız o ayrı).

insan neden yazar; ben patlıyorum patlıyorum, yazmaz isem içimde metan gazı sıkışması oluyor, infilak edeceğim diye korkuyorum. transandantal bir durum değil benimkisi, yazar olmak için doğmadım :)

ortaokuldayım kaçkar dağlarının kıbledağı denen bir dağın eteğinde yeşilin binbir tonunun insanı boğduğu bir yerde çocukluğumu ve gençliğimi geçirdim. hiç arkadaşım yoktu, tek arkadaşım küçük kardeşimdi, onu da hırpalayıp duruyordum zaten. o kadar büyük bir yalnızlık ki, onu o yaşlarda ifade etmeye çalıştığımda ezik oluyordum yaş gruplarımca, aile büyüklerinin ise dertleri başlarından aşmıştı. şehirdeki okulda çocuklar bencildi, ben o bencilliği anlayamıyor, o nedenle de arkadaş olamıyordum. o kadar katı bir doğru anlayışıyla büyütülmüştüm kü, ne bilim yolda yürürken karıncaya basmamaya çalışırdım, karıncalar önlerine çizgisel bir şey olunca yollarını kaybederdi düşen dal parçalarını alırdım karınca yuvalarının önünden kolayca yollarına devam edebilsinler diye. bitkilere koparmazdım, o kadar çiçekleri sevmeme rağmen hiç bir bitkiyi gerek olmadıkça dalından koparmazdım, yaşam hakları bitmesin diye. hatta babaannemle dağa odun kesmeye çıkardık, aliyle ben küçük, genç ağaçları kesmeyi reddetmiştik çok iyi hatırlıyorum, genç ağaç kesilmez çünkü daha ömrünün baharında, gövdesine kuruluk, hastalık düşen ağaç kesilir. sonra, çocukluğumun çoğu İstanbul'da geçmişti, o nedenle de rizedekiler gibi konuşamıyordum, saçma bir arada kalmışlık vardı. sonra köydeki kızlar okumuyordu, dantel falan yapıyorlardı, ben kitap okuyordum. gel de seni alsınlar aralarına, tığ işledim, hatta bir ara çarşaf giyip annemlere yalvardım beni de kuran kursuna verin ne olur diye (sırf arkadaşım olsun diye) ama babaannemin sert tepkisiyle o hayalimde suya düştü. bende napayım, başım dönene kadar kitap okuyup, canım sıkılınca böyle içimden geldiğince yazmaya başladım ve bu benim kurtarıcım oldu. rezim yapmayı denedim, pastel boya hiç bana göre değildi, beceremedim. sulu boya da dğildi, müzik desen zaten günah ve yasaktı fakat benim de sıfır yeteneğim vardı, müzik dersinden 2 notu alacak kadar. yani demem o ki elimden gelen tek şey erkeklerle futbol oynamak (çünkü köyün kızları beni kabul etmedi) ve kitap okumaktı. hatta küçük kardeşim benim iyi futbolcu olacağıma inanırdı :))) o çok tatlı tabii. ve allah kimseye öyle bir can sıkıntısı vermesin! ben ergenliğimi can sıkıntısı diye hatırlıyorum.. onu daha önce yazmıştım nasıl beter bir can sıkıntısı olduğunu. ve ben o köyden nefret ediyorum, dar insanların geniş coğrafyanın olduğu yerden! hem yeşilede alerjim var. gözlerim kızarır, her yerim benek benek olur. yüzüm şiş şiş olurdu. hatta ilk köye gittiğimde bir kaç gün aşırı midem bulanır ve kusardım, yeşil tuttu derdi babaannem ve garip bir şey okur yeşil bir dal koyardı ağzıma ahahha bir gün boyunca onu red kit gibi ağzımda tutardım her nedense geçerdi, hala anlam veremediğim bir şekilde, hatta doktora götürdüler kocakarı ilacı yapın demişti o da. yani 3 yıldır gitmediğim memleketimi neden özlemediğim sorusunun cevabı olsun bu yazı! benim orada güzel anılarım yok, dedem ve babaannem tek güzeliğimdi onlarda orada toprak altındalar. onlar gidince bu dünyadan artık bir anlamı kalmadı benim için.

Peter Zumthor Mimarlığı Hakkında

Zumthor, “Atmosferler” kitabında nitelikli mimarlığın kendi için ne anlama geldiğini; nitelikli mimarlık ürünü onu deneyimleyen kişi ...